Çocuklar hiç olmadıkları kadar kaygılı ve depresifler. Peki, ama neden?
Son 50 ila 70 yıl içinde Amerika’daki genç insanlar arasındaki depresyon ve kaygı oranı sürekli olarak artış gösterdi. Günümüzde, en azından bazı ölçümlere göre, geçtiğimiz son 50 yıl ve 50 yıldan da öncesine göre çoğu lise ve üniversite öğrencisi, ağır depresyon ve kaygı bozukluğu tanısının kriterlerine beş ila sekiz kat daha fazla uyuyor. Üstelik bu artan psikopatolojiye sahip olma durumu, tanılama kriterlerindeki değişimin bir sonucu değil. Tanılama kriterleri ve ölçümlerinin hiç değişmemesine rağmen bu artış gözlemlendi.
Genç kuşak arasındaki depresyon, kaygı ve diğer ruhsal bozukluklardaki keskin artışa en son kanıt, San Diego Devlet Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Jean Twenge’nin öncülük ettiği yeni bir çalışmaya ait. Twenge ve arkadaşları çeşitli ruhsal bozuklukları ölçmek için kullanılan Minnesota Çok Evreli Kişilik Envanteri’nin (MMPI), tüm Amerika’da 1938 yılından itibaren çok sayıda üniversite öğrencisine uygulanmasının ve MMPI’nın daha genç ergen bireyler için kullanılan MMPI-A versiyonunun 1951 yılından itibaren çok sayıda lise öğrencisine uygulanmış olmasının avantajından yararlandı. Son beş ya da on yıl içerisindeki kaygı ve depresyondaki çarpıcı artışa (hem çocuklardaki hem de ergen ve genç yetişkinlerdeki) işaret eden çok sayıda çalışmanın sonucu, bu eski çalışmaların sonuçları ile tutarlılık gösteriyordu.
Tarihi, bir ilerleme süreci olarak görmek isteriz, ancak çocukların ve gençlerin ruh sağlığı ve mutluluğundaki ilerlemeyi ölçtüğümüzde, en az 1950′lilerin başından itibaren geriye doğru gittiğimizi görüyoruz.
Burada üzerinde durmak üstediğim soru ise, neden?
Öncelikle küçük çocuklardan bahsetmek istiyorum. Benim onlarla ilgili hipotezim şu: Kaygı ve depresyona büyük oranda, serbest oyun oynama fırsatlarındaki düşüş ve aynı dönemde okula verilen ağırlık ve okula ayrılan zamandaki artış sebep oluyor.
Peki, serbest oyundaki azalma nasıl oluyor da kaygı ve depresyonda artışa sebep oluyor?
Çocukların yetişkinlerin rehberliği ve yönlendirmesinden bağımsız olarak oyun oynama ve kendi başlarına keşfetme özgürlükleri, son birkaç on yılda büyük oranda azaldı. Geçmişten günümüze serbest oyun ve keşfetme; çocukların kendi problemlerini çözmeyi öğrenmesi, kendi hayatlarını kontrol etmesi, kendi ilgi alanlarını geliştirmesi ve kendi ilgi alanlarında yetkin olması anlamına geliyor. Aslında oyun; oyuncular tarafından konrol edilen, yönetilen ve dışsal hedeflerden çok içsel hedeflere yönlendiren etkinlik olarak tanımlanıyor.
Çocukları, yetişkin denetimi ve kontrolünden uzak olarak kendi başlarına oynama olanaklarından mahrum ederek, aslında onları kendi hayatlarını nasıl kontrol edebileceklerini öğrenme olanaklarından da mahrum etmiş oluyoruz. Onları koruduğumuzu düşünüyor olabiliriz, ama aslında neşelerini azaltıyoruz, bireysel kontrol hislerini azaltıyoruz, onları en çok sevdikleri keşfetme ve araştırma uğraşlarından mahrum bırakıyoruz ve kaygı, depresyon ve çeşitli ruhsal bozukluklardan muzdarip olma ihtimallerini artırıyoruz.
Peki, ya zorunlu eğitim? Zorunlu okullaşma çocukların kişisel kontrolünü azaltıyor, onları dışsal hedeflere yönlendiriyor ve kaygı ve depresyonu artırıyor.
Aynı yarı yüzyıl içinde hatta belki de daha öncesinden bu yana serbest oyun oynama azalırken, okul ve okul benzeri aktivitelere (okul dışı özel dersler ya da yetişkin tarafından yönetilen spor aktiviteleri gibi) harcanan süre gözle görülür bir şekilde sürekli olarak artıyor. Günümüzde çocuklar, günde daha fazla saatini, yılda daha fazla gününü ve hayatlarından daha fazla yılı daha önce hiç olmadığı kadar okulda geçiriyor. Sınavlara ve notlara verilen önem geçmişe göre çok daha fazla. Çocukların okul dışında zaman geçirdikleri ortamlar; geçmiştekilere göre çocukların yetişkinler tarafından çok daha fazla yönlendirildiği, korunduğu, ihtiyaçlarının karşılandığı, yargılandığı ve ödüllendirildiği ortamlar. Tüm bu ortamlarda kontrol yetişkinlerde oluyor, çocuklarda değil.
Okulda çocuklar, aktiviteler konusundaki kişisel kararlarının ve yeterlikleri konusundaki kişisel yargılarının hiçe sayıldığını hızlıca öğrenirler. Önemli olan öğretmenlerin seçimleri ve yargılarıdır. Öğretmenler tamamen öngörülebilir değillerdir: Çok sıkı çalışıyor fakat yine de kötü notlar alıyor olabilirsiniz, çünkü öğretmenin sizden tam olarak neyi çalışmanızı istediğini anlamamış ya da hangi soruları soracağını tahmin edememiş olabilirsiniz.
Çoğu öğrencinin zihninde, sınıftaki esas amaç yeterlik değil iyi notlar almaktır. Öğrencilerin büyük bir çoğunluğu, kendilerine sunulan bir konuyu gerçekten öğrenme ve en yüksek not alma seçenekleri arasından hiç tereddüt etmeden ikinci olanı seçecektir. Bu, en az yüksek lisans düzeyine kadar bütün eğitsel süreçler için geçerlidir. Bu öğrencilerin değil, biz yetişkinlerin suçudur. Bu duruma sebep olan bizleriz. Her geçen yıl daha da yoğunlaşan, okuldaki sürekli test etmeye ve değerlendirmeye dayalı sistemimiz, çok açık bir şekilde dışsal ödüllerin içsel hedeflerin yerini aldığı bir sistemdir. Bu sistem neredeyse kaygı ve depresyon üretmek için dizayn edilmiş bir sistemdir.
Okul, çocukların kimlerle ilişki kurabileceği hakkında onlara çok az seçenek sunan bir yerdir. Çocuklar kendi seçmedikleri diğer çocuklarla dolu alanlarda toplanırlar ve günlerinin büyük bir kısmını orada geçirmek zorunda kalırlar. Serbest oyunda kendini rahatsız ya da zorbalığa uğramış hisseden çocuklar o ortamı istedikleri an terkedebilir ve kendilerine daha uygun hissettikleri başka bir grup bulabilirler; ama okulda bunu yapamazlar. Zorbalığı yapan ister diğer öğrenciler ister öğretmenler (ki bu sık sık görülür) olsun, çocuğun genelde hergün bu insanlarla yüzleşmekten başka seçeneği yoktur.
Bu, bazen korkunç sonuçlara yol açabilir.
Mihaly Csikszentmihalyi ve Jeremy Hunter, bundan birkaç sene önce, devlet okuluna kayıtlı 6′ıncı ve 12′inci sınıflar arasındaki öğrencilerin mutluluk ve mutsuzluk düzeyleri üzerine bir çalışma yürüttüler. Ülkedeki 33 farklı okuldan seçilen 828 katılımcı, bir hafta süresince özel bir kol saati taktılar. Bu kol saati sabah 7.30 ve akşam 22.30 saatleri arasında rastgele zamanlarda sinyal vermeye programlandı. Sinyal her çaldığında, katılımcılar, nerede oldukları, ne yaptıkları ve o anda ne kadar mutlu ya da mutsuz olduklarıyla ilgili bir anket doldurdular. Şimdiye dek elde edilen verilere göre çocuklar en düşük mutluluk seviyelerine okulda oldukları zamanlarda ulaştılar. En yüksek mutluluk seviyelerine ise okul dışında bir arkadaşlarıyla sohbet ederken ya da oyun oynarken ulaştılar. Ailelerle geçirilen zaman ise mutluluk-mutsuzluk skalasında ortada yer alıyor. Ortalama mutluluk seviyesi hafta sonlarında artarken, Pazar öğleden sonradan akşama kadar okul haftasının yaklaşmasıyla düşüşe geçiyor.
Toplum olarak çocukların en az bulunmak istedikleri yerde daha fazla zaman harcamaları gerektiği düşüncesini taşıyoruz. Bu inancın bedeli, çocuklarımızın mutluluğu ve ruhsal sağlığı ile ölçüldüğünde gerçekten çok ağır.
Şimdi artık eğitimi yeniden düşünmenin zamanı gelmiştir.
Kaynak: https://www.psychologytoday.com